Taraftarlar, tuttuğu takımı yediden
yetmişe karşılıksız seviyor. Onlar, takımının tüm maçlarına gidiyor ve her seferinde
de aynı heyecanla bağlılık gösteriyor takımlarına... Kimisi daha ilk defa
gelmiş, kimisi ise yıllardır oraya nefesini vermiş. Hatta bazıları var ki canından
çok seviyor takımını. Onlar sadece takımları galip gelirse mutlu oluyorlar. Takımları
için kilometrelerce yolu umursamıyorlar. Onlar, renklere sevdalılar ve armayı
bir dava olarak görüyorlar. Yüzlerce hatta binlerce kişi onlar. Kimlerden mi
bahsediyorum? Yaşamı boyunca, maçın öncesinde ve sonrasında sürekli uğraş
içinde olan ve stat koltuklarında sürekli destek veren insanlardan... Alper
Türkmen, Ahmet Dirgenali, Yavuz Soner Coşkun ve Hüseyin Deniz. Bu insanlar gibi
daha niceleri saha kenarında hayatını tribüne adıyor ve taraftarlığı bir yaşam
biçimi haline getiriyor…

Tribün,
Türk Dil Kurumu’nda spor salonu, stadyum, hipodrom vb. yarışma ve gösteri
yapılan yerlerde seyircilerin oturduğu koltuklu veya basamaklı bölüm diye
tanımlanmakta. Koltuklardaki insanlar da taraftar, tribüncü veya seyirci gibi
isimlerle anılmakta. O tribündeki insanların içinde de gencinden yaşlısına,
evlisinden bekârına birçok kişiyi bulmak mümkün oluyor… Tribüne dışarıdan bakıldığında
ise birçok kişinin aklında en çok şiddet kavramı ortaya çıkıyor. Tribünün
şiddetin var olduğu bir yer olmadığını; görsel şovlarla, güzel tezahüratlarla, esprilerle,
tatlı göndermelerle, kardeşlik ve dostluklarla insanları kendine çeken bir yer
olduğunu Kapalı Kale taraftar grubu gösteriyor.
Topladığım
bilgilere göre taraftar grupları Türkiye’de İstanbul ve Anadolu tribünü diye
ikiye ayrılıyor. Benim de İstanbul doğumlu olmam nedeniyle, röportaj yazmak
için bir Anadolu şehri olan Kayserispor tribünlerine girmek ve o heyecanı
yaşamak isteği doğuyor içimde…
Maç Heyecanı Beni De Sardı…
Bugün
günlerden cuma… Öncelikle Kayserispor ve Bursaspor arasındaki maçta yerimi
almak için kartıma bilet ücretini yüklüyorum. Tabi ki maç öncesi tribün
liderleri ve birkaç taraftar ile de konuşmam gerekiyor. Bunun için ilk olarak
randevu almam lazım. Maçtan önce Kayserispor tribünündeki birkaç kişiye tek tek
telefon yoluyla ulaşarak maç günü röportaj yapmak istediğimi iletiyorum. Geri
çevirmiyorlar beni. Daha sonra konuşacağım dakikaları iple çekmeye başlıyorum…
Bir an önce sabah olsun istiyorum. Birçok spor karşılaşması izledim ancak taraftarlık
olgusunu merak ettiğim için onların arasında maç izlemeyi daha çok çekici
buluyordum. “Tribün, bir yaşam şekli.” kelimesi onlara göre neyi ifade ediyor?
Bu sorunun cevabını onlardan almak istiyorum…
Sabah
oluyor ve yatağımdan kalkıp hazırlanıyorum. Geçmiş maçlarda aldığım Kayserispor
atkımı takıp, formamı giyiyorum. Çünkü taraftar olmanın şartlarını bilerek
hazırlanıyorum. Onların sarı ve kırmızı renklere olan sevdasını daha da iyi
anlayabilmek için baştan aşağı o renklere bürünüyorum. Hemen evden çıkıp ilk gelen
otobüse biniyorum. Önceden öğrendiğim ve taraftar grubunun toplandığı “Med Cezir”
adlı mekâna gidiyorum. Şehrin arka sokaklarında kalmış bir yer burası. Memleketin
bütün seslerinden uzak ancak sadece taraftarın sesinin duyulduğu bir yer. Muhtemeldir
ki onların sürekli gidip geldikleri yer… Sarı kırmızılı taraftarlar, ben oraya varmadan
maç havasına girmeye başlamışlar. Maç için bu kadar önceden toplanıp
hazırlanacaklarını tahmin etmemiştim. Ancak bana randevunun karşılaşmadan dört-beş
saat öncesine verilmesinden anlamalıydım bunu… Onlar sürekli elleri havada ve
ezberlenen sözleri bağırarak söylüyorlar. Boyunlarında atkılar ve üzerlerinde
formalar, bir an oluyor ellerini kaldırıp uyumlu bir şekilde birbirine vuruyorlar
sonra başka bir an atkıları kaldırıp zıplamaya başlıyorlar…
“Haykıracak Nefesimiz Kalmasa Bile”
Gruptaki
insanlar tribüne çevirmişti adeta burayı… Hep bir ağızdan söylenen sözler büyük
bir sesle birlikte etrafa yayılıyor şehrin arkalarında. Önceki gittiğim
maçlardan birinde güzel bir pankart sözü asmışlardı. Hemen onu hatırlıyorum ve
gözümde canlanıyor: “Haykıracak nefesimiz kalmasa bile!”
Bir
an önce konuşmak istiyordum onlarla. Çünkü tribün bestelerinden bana sıra gelmeyecekti.
Hemen grubun tribün lideri olan Ahmet Dirgenali’nin yanına gidiyorum. Ahmet abiye
tribün ne demek diye sorduğumda, “Emek, arma aşkı, memleket sevdası demek.”
diye cevaplıyor. Konuşmamız burada başlıyor ve devam ediyor sözlerine Ahmet
abi… Sarı ve kırmızı renkleri onların hayata bakış açısı olmuş. Gruptakiler kimi
zaman bir maça gitmek için dersten kaçmışlar, kimi zaman sınavlara deplasmana
gidip gelirken hazırlanmışlar ama asla eğitimlerine veya başka bir şeye engel
olmamış Kayserispor sevgisi. Kimi zaman da “Anne, bakkala gidiyorum.” diyerek
maça gitmişler. Onların dünyası çok ayrı bir dünya, şimdiden anlıyorum. Merak
ediyorum bu konuyu açıkçası. Nasıl olurda bakkala gidiyorum deyip maça gidilir
ki? İşte, bende de buradaki marşları duymaktan olacak ki şu cümle doğuyor bir
anda: “Gecesini gündüzüne katan ve sadece Kayserispor tribünü için armaya
adanmış hayatlar…”
Abi Kardeş Gibiler
Abi
kardeş gibi davranıyorlar birbirlerine. Dikkatimi çeken en önemli noktalardan
birisi bu oluyor. Küçükler abisinin sözünden çıkmıyor, saygıyla yaklaşıyor ve
büyükler de onlara abilik yapıyor. Bunu nereden anladın diye sorarsanız bir gün
Türkiye’deki herhangi bir taraftar grubu ile maça girmenizi öneririm… Onların
tarifi olmayan bu sevdalarının en temel ögesi ise memleketleri… Kayserispor,
Ankaragücü, Göztepe, Konyaspor veya Trabzonspor…
Bir
simit bir anda dört genç tarafından paylaşılıyor. Merak edip soruyorum bu
ortamı nasıl oluşturdunuz diye ve grubun önde gelenlerinden Alper Türkmen
anlatıyor: “Bizler küçükken direkt tribün grubunun içine girmiştik. Çoğu zaman
maçı değil tribünü izlemiştik anlam vermeye çalışmıştık bu coşkuya, hırsa,
sevdaya. İnsanlar hiç tahmin ettiğimiz gibi değildi. Aile ortamı gibi bir hava
vardı. Herkes birbirini tanıyor, gülüyor, eğleniyordu. Çok hoşumuza gitmişti.
Kayserispor’dan önce tribünü sevmiştik.”
Türkmen,
yıllardır alışılagelmiş küfür eden ve hatta psikopat görünen o taraftar
görüntüsünü yıkmak istediklerini belirtiyor ve bunun için uzun süredir
çalışmalar yaptıklarını aktarıyor bana. Şimdi biraz daha olumlu düşünceler
kafamda oluşmuştu. “Bizim hedefimiz Kapalı Kale olarak eğitimli, kültürlü ve
ahlâklı taraftar görünümü oluşturmak. Bunu en kısa sürede gerçekleştireceğiz.”
diyen Alper Türkmen, grup içinde aile ortamının oluşturulmaya çalışıldığını
söylüyor.
Kırk
yaşlarında ve şahsına münhasır birisi olan Alper Türkmen, yıllardır Kayserispor
ile yatıp Kayserispor ile kalkan birisi. Evli ve çocuk sahibi bir aile babası Alper abi.
Tribünde olumlu davranışları hedeflemesi Kayserispor maçlarına giden Kayseri
halkı için teşekkür edilesi bir durum. Ben de Alper abiyi o anda tebrik
ediyorum bu düşünceleri için... Bu arada konuşma arasında Alper abinin bir anda
gözleri parlıyor ve soruyorum bunun nedenini. O da bir çırpıda anlatıyor: “Gençlerbirliği
ile oynadığımız kupa finali geldi aklıma. Burada böyle konuşurken tarihimizdeki
en büyük başarımızı hatırladım.”
Gerçekten,
tribün bir yaşam şekli miydi? Benim aklıma sürekli bu soru gelip duruyordu…
Yaz-Kış, Yağmur-Çamur Demeden!
Bir
umut onlar için tribün. Takımını görmeye gidenler yaz-kış, yağmur-çamur
dinlemezler. Asla unutmazlar bir de tribünde yaşadıklarını… Ne kadar anıları
varsa anlatır dururlar. Ahmet Dirgenali bu konuda ciddi anlamda dinlenilmesi
gerekiyor. Yeni bir evlilik heyecanı yaşadığını öğrendiğim Ahmet abi, otuzlu
yaşlarda, yaşam dolu gülüşüyle ilgimi çeken birisi. Dik duruşuyla ve grubundaki
kitleye davranışlarıyla lider özellikleri taşıyor bana göre. E, tribün lideri
sonuçta… Mesela O’na anlat abi dediğimde “Ben Kayserispor için özgürlüğümden
vazgeçtim.” diyor. Bence bu kelimeler içi oldukça dolu ve koyu bir taraftarın takımı
için nelerden vazgeçilebileceğini gösteriyor.
Aslında
çok basit severler dışarıdaki bir insana göre, çok karşılaşıyorum böyle
cümlelerle. Ama hiçte öyle değil bence. Çünkü içlerinde durduğum sürece bunları
anlıyorum. Karşılıksız sevmek en zorudur derler ya hani… İşte, bu insanlar zoru
başarmışlar. Zaten bir insan tribünde haykırarak neden “Canım feda olsun sana!” desin ki?
El Emeği, Göz Nuru Pankartlar…
Akşam
kendini belli ederken çevredekiler bir şeyler söyleyip duruyor hâlâ… Konu el
emeği ve göz nuru pankartlara geliyor. Pankartları yapmak için küçük bir
edebiyatçı olmanın gerekliliğini anlatıyorlar hep bir ağızdan neredeyse. Çünkü
slogan tribünün yapı taşıymış. Öyle söylüyor Kapalı Kale Basın Sözcüsü Yavuz
Soner Coşkun. Bende hemen yönümü Yavuz’a doğru çeviriyorum. Yavuz, yirmili
yaşlarda ve Sivaslı. Erciyes Üniversitesi’nde İktisat okuduğunu duyuyorum.
Yavuz, yüzünde bir tebessümle ailesindeki herkesin Sivassporlu olduğunu
söylüyor. Ancak kendisi ise Kayserisporlu. Bu ilk bakışta normal gibi
görünüyor. Herkes istediği takımı tutabilir, özgürdür sonuçta diyorum... Ancak şunu
öğreniyorum, iki takım tribünleri arasında geçmişte yaşanan tatsız olaylar
varmış. O yüzden Kayserispor taraftarıyla Sivasspor taraftarının arası iyi
değilmiş. Yavuz, o yüzdendir ki tebessümle söylüyor bu durumu…

“Çocukluk
aşkım…” diye mırıldanıyor çay içerken Soner Coşkun ve gençlerle ilişki kurmaya
daha çok özen gösterdiklerini anlatıyor. Ciddi bir dille ise şunları söylüyor:
“Şehir takımını tutmak çok önemli bir şey tribünde. Dünyada şehir takımlarının
tutulduğunu görüyoruz fakat Türkiye’de bu durum çok az. Türk futbolunda başarı
şehir takımı tuttuktan sonra gelecektir.” Taraftar ve kulüp arasında önemli bir
bağ olmasını gerektiğini de vurguluyor Yavuz kardeşim. Genç yaşından beri Alper
ve Ahmet abisi gibi birçok büyüğünün izinden gitmiş gibi duruyor. En azından
sözlerinden bunu çıkarıyorum. Birde Kayserispor deyince ses tonundan anlıyorum
ki her şeyden çok sevmiş takımını…
“Hiç Unutamam, Çokta Özlerim”
Yavuz,
takımının Avrupa’da oynadığı maçları özlediğini anlatırken de heyecanlanıyor. Ardından
şu sözler çıkıyor ağzından: “Hiç unutamam, çokta özlerim…” Larissa, AZ Alkmar, Paris Saint-Germain
maçlarını ardı ardına sıralıyor ve ne kadar özlediğini de belli ediyor basın
sözcüsü kardeşim. O dönemki birlik ve beraberliğin bugünden daha fazla olduğunu
aktarıyor Coşkun ve bana dileklerini iletiyor: “Kayserispor’un o zamanki
başarıdan başarıya koşuşu benim hep hafızamda yer etmiştir. İnşallah yine öyle
bir organizasyonda yer alırız. Bunu benim gibi bütün Kayserispor taraftarları
özlemle bekliyor.”
“Hayata Tribün İle Tutundum”
Artık
maç saati iyice yaklaşıyor. Toplu şekilde taraftarların ikinci evi olarak
gördükleri stada doğru yol alıyoruz. Kadir Has Şehir Stadyumu’na gitmemiz
yaklaşık 15-20 dakika sürüyor. Yol boyunca da sürekli tezahürat yapan grup
üyelerinin maçta nasıl takımını destekleyecekleri geliyor aklıma. Hiç mi
sesleri kısılmayacaktı? Ama hiç susacak gibi de durmuyorlar… Yavaş yavaş ve
çekinerek yürüyorum… Türkiye’nin sayılı statlarından Kadir Has’a birkaç adım
kala Kapalı Kale grubunun maça ilgisinin her geçen dakika daha da arttığını
görüyorum. Giriş kartımızı cüzdanlardan çıkarırken maçlara kâğıt bilet ile
girilen dönemi anımsıyorum. Fazla değil şurada birkaç sene önce… Hoş bir duygu hissediyorum
o anda… Çünkü her gittiğim maçın biletini saklardım yani koleksiyon yapardım.
Üzerlerine de maçın skorunu yazardım. Maçlara da teknoloji bulaşmıştı. Artık
stada girebilmek için kredi kartları gibi küçük kartlar olması gerekiyor. İçime
o tatlı duygu gelip gittikten sonra stadyuma girmeye çalışıyorum. Bu sırada bir
genç kardeşim elimden tutuyor. “Abi, nasılsın?” diye soruyor. Bende, “İyiyim
kardeşim. Sen nasılsın?” diyerek cevaplıyorum. Adı Hüseyin Deniz.

Daha önceden
Hüseyin ile ilgili yerel bir gazetede haber yaptığım için tanıyor beni.
Tribündeki arkadaşları ona Hüso diyor… Benim Hüso ile de konuşma isteğim
doğuyor. “Hüseyin kardeşim yine tribünlerdesin.” diyorum, “Her zamanki halimiz
abi. Hayata tribün ile tutunuyorum.” şeklinde ifade ediyor kendini Hüseyin.
Tekerlekli sandalye ile çocukluktan beri gitmediği maç, söylemediği beste
kalmamış Hüso’nun… Lise öğrencisi olan Deniz’in sevda dolu hikâyesini paylaşmak
isteyerek soruyorum:
“Hüseyin,
bu duruma nasıl geldin?”
Biraz
duraksayarak başlıyor anlatmaya:
“Üç
buçuk yaşında karşı yola geçerken bir ticari taksinin çarpması sonucu omurilik
zedelenmesinden dolayı vücudumun sol tarafı felç geçirdi. Kafa travması
geçirerek bir aya yakın yoğun bakımda kaldım ve ilk olarak boynumdan alt tarafı
felçli oldu. İlerleyen zamanlarda bir mucize sonucu sadece sağ tarafıma can
geldi ve sağ elimle sağ bacağımı oynatabildim.”
“Tedavi
sürecinden bahseder misin?”
“Ailemin
çabalarıyla çeşitli yerlerde ve özel okullarda fizyoterapiye başladım. Son
zamanlarda çıkan yeni yasaya takıldım ve fizik tedavi sürecim donduruldu. Kaza
üç yıl içinde gerçekleşmediği için iyileştirme sürecine giremedim.”
Böyleydi
Hüso’nun küçük yaşlarda yaşadıkları… Hüseyin daha sonra şehrin önde gelenleri
sayesinde şu anda tedavisinin yürütüldüğünü aktarıyor. Hüso, kendisinin tedavi sürecinde
taraftar grubunun sosyal sorumluluk için büyük bir adım attığını belirtiyor ve
devam ediyor gözlerindeki sevinçle anlatmaya:
“Kayserisporlu
olmaktan gurur duyuyorum. Yaklaşık on yıldır Kayseripor’a olan karşılıksız
sevdamın geleceğimi kurtaracağını umut etmiyordum. Ben -20 derecede takımımın
arkasından Karabük’e giderken tedavi aklımda yoktu. Engelim, sevdama asla engel
olmadı. Önüme çıkan bütün engelleri ise başta Kapalı Kale grubu olmak üzere,
büyük Kayserispor’un, ve tabi ki ailemin destekleriyle bir bir aştım. Ben bu
durumda olmama rağmen ailemden hiçbir şekilde Kayserispor ile ilgili olumsuz
bir şey duymadım. Herkesin kötü gözle baktığı o kale arkası taraftarları şimdi
benim geleceğimi kurtarmak üzere. Tribündeki kardeşlerim ve abilerim sayesinde
bütün Türkiye beni tanıdı ve destek verdi.”
Kayserispor’un
sevdalısı ve aynı zamanda engelsiz çocuğu Hüseyin Deniz, tribüncü kardeşlerine her
türlü desteklerinden dolayı minnettar olduğunu söylemeyi ve teşekkür etmeyi de
unutmuyor. Küçücük bir zaman diliminde yani doksan dakika boyunca ara ara
maçtan gözünü alamayarak ara ara bana gülerek içini böyle döküyor Hüseyin
Deniz… Bir taraftar grubunun içinde olmaktan ancak bu kadar mutlu olabilir
insan...
Bu
insanların hikâyesi bana bir yandan “Memleket sevdalıları.” dedirtiyor o an.
Bir yandan da İstanbul takımlarını değil de kendi söylemleriyle yerel bir
takımı destekledikleri için “Çok olanlar değil, inananlar kazanır.” sözünü gözlerimin
önüne getiriyor…
Bir Golün Verdiği Mutluluk
Maça
gelecek olursam... Karşılaşma boyunca gördüğüm en değişik şey şuydu. Gerçek
hayatta bu kadar sevinen insanlara rastlamadım ben. Bir gol bu gruptaki
insanlara her şeyden önce gerçek mutluluğu tattırıyor olmalı. Herkes, tanıdığı
ya da tanımadığı birçok kişiye sarılarak sevincine ortak ediyor. Gözlemime göre
tribünde üst sıralarda oturuyorsanız, kendinizi bir anda en alt sıralarda
bulabilirsiniz. Şunu söylemeden geçemeyeceğim. 2-1 kazanılan Bursaspor maçında golün
sevincinden birbirine vuranlar bile gözlerime takılıyor…
“Tribün Bir
Yaşam Biçimi, Yaşamasını Bilene…”
İnsanlar
bir simidi birkaç kişi paylaşmaktan, kol kola girip doksan dakika bağırmaktan,
sesi kısılsa bile takımı için çabalamaktan alıkoyamıyormuş kendisini… Büyükler
hep televizyondan izle dedikçe onlar tribünün yaşamlarına aşıladığı sevdayı
bırakmamışlar. Ne arkadaşlıklar doğmuş o koltuklarda… Herkes tatile giderken
onlar sırf takımı yalnız kalmasın diye bir deplasmandan başka bir deplasmana
gidiyorlarmış. Otobüste iki kişilik koltuğa üç kişi oturuyorlarmış yeri
gelince. Yeri gelince de koltuk kalmıyormuş ve yerde oturuyorlarmış yol boyunca…
Sanki ailenden biriymiş gibi birisinin üzüntüsü üzüntün oluyormuş tribünde, onun
sevinci senin sevincin. “Aynı tastan
çorba içmek hiç bu kadar güzel olmamıştı.” diyorlar hayatın bazı
olumsuzluklarına rağmen ve tribünü, takımlarını birçok şeyden daha çok
seviyorlarmış. Bir partiden, sosyal örgütten veya üniversiteden daha çekici
geliyormuş tribün onlara göre…
Onların
tribüne ve armaya olan sevdasını içlerinde olmadıkça ve anlattıklarına kulak
vermedikçe anlamamız mümkün değilmiş gerçekten…
Kısacası, “Tribün bir yaşam biçimi, yaşamasını
bilene…” diyorlar. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte stat çıkış kapısına doğru yönelirken
“Kayserispor sen çok yaşa. Canım feda olsun sana. Hiçbir şeye değişilmez. Senin
sevgin bu dünyada.” sesleri yankılanıyor koridorlarda. Ben de sırtımda formam
ve boynumda atkım evimin yolunu tutuyorum. Tribünü bir yaşam biçimi haline
getirenlerin yanından aldıkları galibiyetten dolayı sevinç tezahüratları ile
ayrılıyorum…