KAYSERİSPOR

Kayserispor, Kayseri merkezli Türk futbol kulübü. Süper Lig'de mücadele eden kulübün renkleri sarı-kırmızıdır. Maçlarını 32.864 koltuklu Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu'nda oynamaktadır.

İlk Türk Profesyonel Serbest Atlayışçı: Cengiz Koçak

‘Base Jump’ (Serbest atlayış) sporu tehlikeli olduğu için dünyada ve Türkiye’de bu sporu yapan sporcu sayısı oldukça az. Ancak ülkemizde serbest atlayış denilince ilk akla gelen isim olan Cengiz Koçak ise hayatını serbest atlayışçılığa adamış birisi… 43 yaşındaki emekli asker Koçak, sabit bir evinin olmadığına dikkat çekiyor ve “Gidecek çok yol, atlanacak çok yer var” diyor.

Tribün, Bir Yaşam Biçimi - Kapalı Kale Hikâyesi

Taraftarlar, tuttuğu takımı yediden yetmişe karşılıksız seviyor. Onlar, takımının tüm maçlarına gidiyor ve her seferinde de aynı heyecanla bağlılık gösteriyor takımlarına... Kimisi daha ilk defa gelmiş, kimisi ise yıllardır oraya nefesini vermiş. Hatta bazıları var ki canından çok seviyor takımını...

İlk Türk Mikro Resim Sanatçısı: Hasan Kale

Hasan Kale, dünyaca ünlü bir ressam... Onu diğer ressamlardan ayıran özelliği ise resimlerini yapmak için seçtiği tuvaller. Çok küçük boyuttaki objelere resim çizen 58 yaşındaki Kale, dünyada mikro resim alanında fırçaya aldığı 350’yi geçkin eseriyle tek olma niteliğini taşıyor.

22 Mayıs

Bugün Türkiye'de KPSS'ye giren herkese geçmiş olsun dileklerimle başlıyorum. Günlerden 22 Mayıs... Bakalım sporda neler olmuş bugün? 1963 - AC Milan Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazandı.

Pazar, Kasım 27, 2016

İlk Türk Profesyonel Serbest Atlayışçı: Cengiz Koçak

‘Base Jump’ (Serbest atlayış) sporu tehlikeli olduğu için dünyada ve Türkiye’de bu sporu yapan sporcu sayısı oldukça az. Ancak ülkemizde serbest atlayış denilince ilk akla gelen isim olan Cengiz Koçak ise hayatını serbest atlayışçılığa adamış birisi… 43 yaşındaki emekli asker Koçak, sabit bir evinin olmadığına dikkat çekiyor ve “Gidecek çok yol, atlanacak çok yer var” diyor.
(ÖZEL HABER)
Serbest atlayış, teoride ve pratikte dünyanın en tehlikeli sporu olarak biliniyor. İngilizce bina, anten, köprü ve uçurum kelimelerinin baş harflerinden (Base) oluşan spor, yüksek bir noktadan serbest atlayış yapmaya ve belirli yükseklikten yere inerken paraşüt açmaya dayanıyor. Dünyada ve Türkiye’de sayılı sporcunun yaptığı serbest atlayışçılığın ülkemizdeki profesyonel anlamdaki ilk temsilcisi Cengiz Koçak olarak karşımıza çıkıyor. Koçak, bu alanda birçok ilke imza atmasının yanı sıra son olarak 2016 yılında Erzurum’da 299 metreden atlayarak Türkiye’deki en yüksek uçurum atlayışını gerçekleştiriyor.
“Paraşütle Yolum 7 Yaşında Kesişti”
Cengiz Koçak, 7 yaşında babasının götürdüğü 19 Mayıs etkinliklerinde tanışıyor paraşütle ve sporu o yaşlarda araştırmaya başlıyor. Serbest Atlayışçı Koçak, ailesinin paraşütle ilgili imkân sağlayamayacağını anlayınca 14 yaşında askeri okulu kazanıyor. Askeri okula gitmesinin tek sebebinin paraşütçülük olduğunu ifade eden Koçak şöyle devam ediyor: “Son sınıftayken kura çekiliyordu ve 95 kişiden sadece birisi paraşütçü olabilecekti. Onu çekemeseydim bütün planlarım aksayacaktı. Çünkü o güne kadar hep bunun için yaşamıştım.”
Okuduğu yıllarda paraşütle ilgili kurslar alan Koçak daha sonra Serbest Paraşüt Kursu da aldığını aktarıyor ve 23 yaşındayken yaptığı 39 atlayışla Türk Silahlı Kuvvetleri Paraşüt Milli Takımı’na girdiğini anlatıyor. ABD Astsubay ve İngiltere Kraliyet Akademisi'nde de eğitimler alan Koçak birçok ülkeyi okuduğu yıllarda gezdiğini söylüyor ve ekliyor: “Türkiye ve dünya şampiyonaları derken 15 sene boyunca aralıksız atladım.  Uçaktan ortalama 5500, serbest ise 600 atlayışım bulunuyor.”
 “Ölmeye Hazırım Dediğim Gün Başladım”
Emekli asker Koçak, ilk paraşüt atlayışını 1991 yılında yaptığını dile getirerek şunları söylüyor: “Serbest atlayışa başlarken bir buçuk sene boyunca bu sporu yapmalı mıyım? Ölmeye hazır mıyım? diye kendime sordum. Ölmeye hazırım dediğim gün bu spora başladım. Neden derseniz, bugüne kadar ülke dışından 9 arkadaşımı kaybettim.”
Paraşütçülükte dünyada birçok ilkin sahibi Fransız Patrick de Gayardon’ı takip ettiğini belirten Koçak, “Ben yaklaşık 7652 metreden oksijen teçhizatı olmadan atlayarak Türkiye rekorunu kırdım. Patrick’ten sonra da dünyanın en iyi ikinci derecesini elde ettim.” ifadelerini kullanıyor.
Adım Atılmadık Yerleri Seviyor
Serbest atlayışa 2011 yılında Erzincan’daki Karanlık Kanyon’a yaptığı atlayışla başlayan Koçak, sporu kimseye önermiyor. Dünyadaki ilk cami ve minare atlayışlarını gerçekleştiren Koçak, hiç adım atılmadık yerleri tercih ettiğini belirterek serbest atlayışın çok tutkulu bir spor olduğunu belirtiyor.
“Korku insanın en çıplak halidir, insanın kişiliğini geliştirir” diyen 43 yaşındaki Koçak, “Gerçekten atlamaya karar vermişsem korkuyu yönetirim.  Atladıktan sonra yere indiğimde ben artık başka biriyim. Atladığı yerle bağ kurmuş, daha iyi bir Cengiz’im artık.” şeklinde konuşuyor.
Sadece Fiziki Olarak Yüksek Şeyler Aramıyor
Atlayacağı yeri bir gün önceden inceleyip daha sonra atladığını dile getiren Cengiz Koçak, ‘Türkiye’nin Base Jump Haritası’ adlı bir projesinin olduğunu bildiriyor. Koçak, bireysel olarak hazırlanan böyle bir haritanın dünyada olmadığına dikkat çekerek şöyle konuşuyor: “Sadece fiziki olarak değil düşünce olarak da yüksek şeyler arıyorum. Yaptığım sporla, bireysel düşündüğüm şeyler uyuşuyor. Örneğin, çok sıkı dostluklar kuruyorum.”
Çok Sayıda İlke Sahip
Serbest atlayışçılıkta Türkiye adına uluslararası çapta derece elde eden ilk sporcu olduğunu vurgulayan Cengiz Koçak bu başarıyı 2015 yılında Kolombiya’da dünya üçüncüsü olarak aldığını söylüyor. Koçak diğer başarılarından da bahsediyor: “Türkiye'de Gyrocopter (küçük helikopter) atlayışı ilk gerçekleştiren benim. Cehennem Çukuru’na ilk atlayışı ben yaptım ve çukur deniz seviyesinde olduğu için yeraltında serbest düşüşü ilk yapan da ben oldum. Türkiye’de ilk defa ‘Rope Swing’ yani bir paraşütten uçarken diğer paraşütte sarkıtılan ipi yakalayıp oraya sallanarak geçme olayını yapan benim. Ayrıca Türkiye’de yelken kanattan ilk atlayışı da ben yaptım. Türkiye’de bir serbest atlayışçının ilk defa belgeseli yapıldı. Dünyada bir paraşütün altına salıncak kurup orada sallandıktan sonra atlayan tek sporcu da benim.”
Risk ve heyecan kontrolü gibi eğitimler veren Koçak yetersiz sponsor desteğiyle bunları yaptığını ifade ediyor ve ekliyor: “Mesela, Kolombiya’daki dünya şampiyonasında ben hariç herkesin sponsoru vardı. İmkânsızlıklarla gittim ve bu başarıyı elde ettim.”

Uluslararası ‘Base’ Numarası Alan İlk Türk
Gökyüzünde paraşüt değiştiren dünyadaki ilk kişi olan Cengiz Koçak en iyi paraşütçünün bir sonraki atlayışı yapabilen paraşütçü olduğunun altını çiziyor. “Çünkü yaparsanız ölmemişsinizdir.” diyen sporcu, dünyadaki her yerden atlamak istiyor.
2012’de bina atlayışını Slovakya’da, anten atlayışını Bulgaristan’da, köprü atlayışını Türkiye’de ve uçurum atlayışını Avusturya’da yaparak uluslararası ‘Base’ numarası alan ilk Türk unvanına sahip olan Koçak, ailesinin verdiği tepkiyi şu sözlerle açıklıyor: “Annem 4 kişi uçarken sen niye atlıyorsun diyor ya da çadır kurduğumda uyanıyorum ve üzerimde annemin battaniyelerini görüyorum. Ama bu duruma sonradan alıştılar.”
“Evsiz Dünyaya Geçtim”

2015 yılında Slovenya’daki Avrupa’nın en yüksek fabrika bacasından da atlayan  Koçak sözlerini şöyle noktalıyor: “5 Haziran 2016’da evsiz dünyaya geçtim. Emekli maaşımla geçiniyorum. Arabamın arkasında yatağım ve küçük tüpüm var. Dereden duş alıyorum ve dişlerimi fırçalıyorum. Günde 2 öğün yerim. Son yıllarda ihtiyaçları minimumda tuttuğum zamanları yaşıyorum. Paramı sadece spora harcıyorum. Bazen tanıştığım insanlar evlerine götürüyor bazen de yerel yöneticiler konaklamamı karşılıyor. Hayatımı değiştirmek istemiyorum.”



Cengiz Koçak'a ait fotoğraflarla sizleri baş başa bırakıyorum...


 












Cumartesi, Ağustos 06, 2016

CNN TÜRK-"KAHRAMAN DOKTOR" HABERİM

Cnn Türk kanalında bugün yayınlanan haberim. Daha çok haberimi izlemek için tıklayın...

Cuma, Haziran 17, 2016

17 Haziran

Bugün sporda neler mi oldu? İşte yanıtı...
1951 - Türk Milli Futbol Takımı, Federal Almanya'yı Berlin Olimpiyat Stadı'nda 2-1 yendi. Başarılı kurtarışlar yapan kaleci Turgay Şeren'e, Berlin panteri denilmeye başlandı.
1976 - Bülent Bölükbaşı, Türk futbolcunun doğum günü.

Çarşamba, Haziran 15, 2016

Tribün, Bir Yaşam Biçimi - Kapalı Kale Hikâyesi

Taraftarlar, tuttuğu takımı yediden yetmişe karşılıksız seviyor. Onlar, takımının tüm maçlarına gidiyor ve her seferinde de aynı heyecanla bağlılık gösteriyor takımlarına... Kimisi daha ilk defa gelmiş, kimisi ise yıllardır oraya nefesini vermiş. Hatta bazıları var ki canından çok seviyor takımını. Onlar sadece takımları galip gelirse mutlu oluyorlar. Takımları için kilometrelerce yolu umursamıyorlar. Onlar, renklere sevdalılar ve armayı bir dava olarak görüyorlar. Yüzlerce hatta binlerce kişi onlar. Kimlerden mi bahsediyorum? Yaşamı boyunca, maçın öncesinde ve sonrasında sürekli uğraş içinde olan ve stat koltuklarında sürekli destek veren insanlardan... Alper Türkmen, Ahmet Dirgenali, Yavuz Soner Coşkun ve Hüseyin Deniz. Bu insanlar gibi daha niceleri saha kenarında hayatını tribüne adıyor ve taraftarlığı bir yaşam biçimi haline getiriyor…


Tribün, Türk Dil Kurumu’nda spor salonu, stadyum, hipodrom vb. yarışma ve gösteri yapılan yerlerde seyircilerin oturduğu koltuklu veya basamaklı bölüm diye tanımlanmakta. Koltuklardaki insanlar da taraftar, tribüncü veya seyirci gibi isimlerle anılmakta. O tribündeki insanların içinde de gencinden yaşlısına, evlisinden bekârına birçok kişiyi bulmak mümkün oluyor… Tribüne dışarıdan bakıldığında ise birçok kişinin aklında en çok şiddet kavramı ortaya çıkıyor. Tribünün şiddetin var olduğu bir yer olmadığını; görsel şovlarla, güzel tezahüratlarla, esprilerle, tatlı göndermelerle, kardeşlik ve dostluklarla insanları kendine çeken bir yer olduğunu Kapalı Kale taraftar grubu gösteriyor.
Topladığım bilgilere göre taraftar grupları Türkiye’de İstanbul ve Anadolu tribünü diye ikiye ayrılıyor. Benim de İstanbul doğumlu olmam nedeniyle, röportaj yazmak için bir Anadolu şehri olan Kayserispor tribünlerine girmek ve o heyecanı yaşamak isteği doğuyor içimde…

Maç Heyecanı Beni De Sardı…
Bugün günlerden cuma… Öncelikle Kayserispor ve Bursaspor arasındaki maçta yerimi almak için kartıma bilet ücretini yüklüyorum. Tabi ki maç öncesi tribün liderleri ve birkaç taraftar ile de konuşmam gerekiyor. Bunun için ilk olarak randevu almam lazım. Maçtan önce Kayserispor tribünündeki birkaç kişiye tek tek telefon yoluyla ulaşarak maç günü röportaj yapmak istediğimi iletiyorum. Geri çevirmiyorlar beni. Daha sonra konuşacağım dakikaları iple çekmeye başlıyorum… Bir an önce sabah olsun istiyorum. Birçok spor karşılaşması izledim ancak taraftarlık olgusunu merak ettiğim için onların arasında maç izlemeyi daha çok çekici buluyordum. “Tribün, bir yaşam şekli.” kelimesi onlara göre neyi ifade ediyor? Bu sorunun cevabını onlardan almak istiyorum…
Sabah oluyor ve yatağımdan kalkıp hazırlanıyorum. Geçmiş maçlarda aldığım Kayserispor atkımı takıp, formamı giyiyorum. Çünkü taraftar olmanın şartlarını bilerek hazırlanıyorum. Onların sarı ve kırmızı renklere olan sevdasını daha da iyi anlayabilmek için baştan aşağı o renklere bürünüyorum. Hemen evden çıkıp ilk gelen otobüse biniyorum. Önceden öğrendiğim ve taraftar grubunun toplandığı “Med Cezir” adlı mekâna gidiyorum. Şehrin arka sokaklarında kalmış bir yer burası. Memleketin bütün seslerinden uzak ancak sadece taraftarın sesinin duyulduğu bir yer. Muhtemeldir ki onların sürekli gidip geldikleri yer… Sarı kırmızılı taraftarlar, ben oraya varmadan maç havasına girmeye başlamışlar. Maç için bu kadar önceden toplanıp hazırlanacaklarını tahmin etmemiştim. Ancak bana randevunun karşılaşmadan dört-beş saat öncesine verilmesinden anlamalıydım bunu… Onlar sürekli elleri havada ve ezberlenen sözleri bağırarak söylüyorlar. Boyunlarında atkılar ve üzerlerinde formalar, bir an oluyor ellerini kaldırıp uyumlu bir şekilde birbirine vuruyorlar sonra başka bir an atkıları kaldırıp zıplamaya başlıyorlar…
“Haykıracak Nefesimiz Kalmasa Bile”
Gruptaki insanlar tribüne çevirmişti adeta burayı… Hep bir ağızdan söylenen sözler büyük bir sesle birlikte etrafa yayılıyor şehrin arkalarında. Önceki gittiğim maçlardan birinde güzel bir pankart sözü asmışlardı. Hemen onu hatırlıyorum ve gözümde canlanıyor: “Haykıracak nefesimiz kalmasa bile!”
Bir an önce konuşmak istiyordum onlarla. Çünkü tribün bestelerinden bana sıra gelmeyecekti. Hemen grubun tribün lideri olan Ahmet Dirgenali’nin yanına gidiyorum. Ahmet abiye tribün ne demek diye sorduğumda, “Emek, arma aşkı, memleket sevdası demek.” diye cevaplıyor. Konuşmamız burada başlıyor ve devam ediyor sözlerine Ahmet abi… Sarı ve kırmızı renkleri onların hayata bakış açısı olmuş. Gruptakiler kimi zaman bir maça gitmek için dersten kaçmışlar, kimi zaman sınavlara deplasmana gidip gelirken hazırlanmışlar ama asla eğitimlerine veya başka bir şeye engel olmamış Kayserispor sevgisi. Kimi zaman da “Anne, bakkala gidiyorum.” diyerek maça gitmişler. Onların dünyası çok ayrı bir dünya, şimdiden anlıyorum. Merak ediyorum bu konuyu açıkçası. Nasıl olurda bakkala gidiyorum deyip maça gidilir ki? İşte, bende de buradaki marşları duymaktan olacak ki şu cümle doğuyor bir anda: “Gecesini gündüzüne katan ve sadece Kayserispor tribünü için armaya adanmış hayatlar…”
Abi Kardeş Gibiler
Abi kardeş gibi davranıyorlar birbirlerine. Dikkatimi çeken en önemli noktalardan birisi bu oluyor. Küçükler abisinin sözünden çıkmıyor, saygıyla yaklaşıyor ve büyükler de onlara abilik yapıyor. Bunu nereden anladın diye sorarsanız bir gün Türkiye’deki herhangi bir taraftar grubu ile maça girmenizi öneririm… Onların tarifi olmayan bu sevdalarının en temel ögesi ise memleketleri… Kayserispor, Ankaragücü, Göztepe, Konyaspor veya Trabzonspor…

Bir simit bir anda dört genç tarafından paylaşılıyor. Merak edip soruyorum bu ortamı nasıl oluşturdunuz diye ve grubun önde gelenlerinden Alper Türkmen anlatıyor: “Bizler küçükken direkt tribün grubunun içine girmiştik. Çoğu zaman maçı değil tribünü izlemiştik anlam vermeye çalışmıştık bu coşkuya, hırsa, sevdaya. İnsanlar hiç tahmin ettiğimiz gibi değildi. Aile ortamı gibi bir hava vardı. Herkes birbirini tanıyor, gülüyor, eğleniyordu. Çok hoşumuza gitmişti. Kayserispor’dan önce tribünü sevmiştik.”
Türkmen, yıllardır alışılagelmiş küfür eden ve hatta psikopat görünen o taraftar görüntüsünü yıkmak istediklerini belirtiyor ve bunun için uzun süredir çalışmalar yaptıklarını aktarıyor bana. Şimdi biraz daha olumlu düşünceler kafamda oluşmuştu. “Bizim hedefimiz Kapalı Kale olarak eğitimli, kültürlü ve ahlâklı taraftar görünümü oluşturmak. Bunu en kısa sürede gerçekleştireceğiz.” diyen Alper Türkmen, grup içinde aile ortamının oluşturulmaya çalışıldığını söylüyor.
Kırk yaşlarında ve şahsına münhasır birisi olan Alper Türkmen, yıllardır Kayserispor ile yatıp Kayserispor ile kalkan birisi.  Evli ve çocuk sahibi bir aile babası Alper abi. Tribünde olumlu davranışları hedeflemesi Kayserispor maçlarına giden Kayseri halkı için teşekkür edilesi bir durum. Ben de Alper abiyi o anda tebrik ediyorum bu düşünceleri için... Bu arada konuşma arasında Alper abinin bir anda gözleri parlıyor ve soruyorum bunun nedenini. O da bir çırpıda anlatıyor: “Gençlerbirliği ile oynadığımız kupa finali geldi aklıma. Burada böyle konuşurken tarihimizdeki en büyük başarımızı hatırladım.”
Gerçekten, tribün bir yaşam şekli miydi? Benim aklıma sürekli bu soru gelip duruyordu…
Yaz-Kış, Yağmur-Çamur Demeden!
Bir umut onlar için tribün. Takımını görmeye gidenler yaz-kış, yağmur-çamur dinlemezler. Asla unutmazlar bir de tribünde yaşadıklarını… Ne kadar anıları varsa anlatır dururlar. Ahmet Dirgenali bu konuda ciddi anlamda dinlenilmesi gerekiyor. Yeni bir evlilik heyecanı yaşadığını öğrendiğim Ahmet abi, otuzlu yaşlarda, yaşam dolu gülüşüyle ilgimi çeken birisi. Dik duruşuyla ve grubundaki kitleye davranışlarıyla lider özellikleri taşıyor bana göre. E, tribün lideri sonuçta… Mesela O’na anlat abi dediğimde “Ben Kayserispor için özgürlüğümden vazgeçtim.” diyor. Bence bu kelimeler içi oldukça dolu ve koyu bir taraftarın takımı için nelerden vazgeçilebileceğini gösteriyor.
Aslında çok basit severler dışarıdaki bir insana göre, çok karşılaşıyorum böyle cümlelerle. Ama hiçte öyle değil bence. Çünkü içlerinde durduğum sürece bunları anlıyorum. Karşılıksız sevmek en zorudur derler ya hani… İşte, bu insanlar zoru başarmışlar. Zaten bir insan tribünde haykırarak neden “Canım feda olsun sana!”  desin ki?

El Emeği, Göz Nuru Pankartlar…
Akşam kendini belli ederken çevredekiler bir şeyler söyleyip duruyor hâlâ… Konu el emeği ve göz nuru pankartlara geliyor. Pankartları yapmak için küçük bir edebiyatçı olmanın gerekliliğini anlatıyorlar hep bir ağızdan neredeyse. Çünkü slogan tribünün yapı taşıymış. Öyle söylüyor Kapalı Kale Basın Sözcüsü Yavuz Soner Coşkun. Bende hemen yönümü Yavuz’a doğru çeviriyorum. Yavuz, yirmili yaşlarda ve Sivaslı. Erciyes Üniversitesi’nde İktisat okuduğunu duyuyorum. Yavuz, yüzünde bir tebessümle ailesindeki herkesin Sivassporlu olduğunu söylüyor. Ancak kendisi ise Kayserisporlu. Bu ilk bakışta normal gibi görünüyor. Herkes istediği takımı tutabilir, özgürdür sonuçta diyorum... Ancak şunu öğreniyorum, iki takım tribünleri arasında geçmişte yaşanan tatsız olaylar varmış. O yüzden Kayserispor taraftarıyla Sivasspor taraftarının arası iyi değilmiş. Yavuz, o yüzdendir ki tebessümle söylüyor bu durumu…
“Çocukluk aşkım…” diye mırıldanıyor çay içerken Soner Coşkun ve gençlerle ilişki kurmaya daha çok özen gösterdiklerini anlatıyor. Ciddi bir dille ise şunları söylüyor: “Şehir takımını tutmak çok önemli bir şey tribünde. Dünyada şehir takımlarının tutulduğunu görüyoruz fakat Türkiye’de bu durum çok az. Türk futbolunda başarı şehir takımı tuttuktan sonra gelecektir.” Taraftar ve kulüp arasında önemli bir bağ olmasını gerektiğini de vurguluyor Yavuz kardeşim. Genç yaşından beri Alper ve Ahmet abisi gibi birçok büyüğünün izinden gitmiş gibi duruyor. En azından sözlerinden bunu çıkarıyorum. Birde Kayserispor deyince ses tonundan anlıyorum ki her şeyden çok sevmiş takımını…
“Hiç Unutamam, Çokta Özlerim”
Yavuz, takımının Avrupa’da oynadığı maçları özlediğini anlatırken de heyecanlanıyor. Ardından şu sözler çıkıyor ağzından: “Hiç unutamam, çokta özlerim…”  Larissa, AZ Alkmar, Paris Saint-Germain maçlarını ardı ardına sıralıyor ve ne kadar özlediğini de belli ediyor basın sözcüsü kardeşim. O dönemki birlik ve beraberliğin bugünden daha fazla olduğunu aktarıyor Coşkun ve bana dileklerini iletiyor: “Kayserispor’un o zamanki başarıdan başarıya koşuşu benim hep hafızamda yer etmiştir. İnşallah yine öyle bir organizasyonda yer alırız. Bunu benim gibi bütün Kayserispor taraftarları özlemle bekliyor.”
“Hayata Tribün İle Tutundum”
Artık maç saati iyice yaklaşıyor. Toplu şekilde taraftarların ikinci evi olarak gördükleri stada doğru yol alıyoruz. Kadir Has Şehir Stadyumu’na gitmemiz yaklaşık 15-20 dakika sürüyor. Yol boyunca da sürekli tezahürat yapan grup üyelerinin maçta nasıl takımını destekleyecekleri geliyor aklıma. Hiç mi sesleri kısılmayacaktı? Ama hiç susacak gibi de durmuyorlar… Yavaş yavaş ve çekinerek yürüyorum… Türkiye’nin sayılı statlarından Kadir Has’a birkaç adım kala Kapalı Kale grubunun maça ilgisinin her geçen dakika daha da arttığını görüyorum. Giriş kartımızı cüzdanlardan çıkarırken maçlara kâğıt bilet ile girilen dönemi anımsıyorum. Fazla değil şurada birkaç sene önce… Hoş bir duygu hissediyorum o anda… Çünkü her gittiğim maçın biletini saklardım yani koleksiyon yapardım. Üzerlerine de maçın skorunu yazardım. Maçlara da teknoloji bulaşmıştı. Artık stada girebilmek için kredi kartları gibi küçük kartlar olması gerekiyor. İçime o tatlı duygu gelip gittikten sonra stadyuma girmeye çalışıyorum. Bu sırada bir genç kardeşim elimden tutuyor. “Abi, nasılsın?” diye soruyor. Bende, “İyiyim kardeşim. Sen nasılsın?” diyerek cevaplıyorum. Adı Hüseyin Deniz. 


Daha önceden Hüseyin ile ilgili yerel bir gazetede haber yaptığım için tanıyor beni. Tribündeki arkadaşları ona Hüso diyor… Benim Hüso ile de konuşma isteğim doğuyor. “Hüseyin kardeşim yine tribünlerdesin.” diyorum, “Her zamanki halimiz abi. Hayata tribün ile tutunuyorum.” şeklinde ifade ediyor kendini Hüseyin. Tekerlekli sandalye ile çocukluktan beri gitmediği maç, söylemediği beste kalmamış Hüso’nun… Lise öğrencisi olan Deniz’in sevda dolu hikâyesini paylaşmak isteyerek soruyorum:
“Hüseyin, bu duruma nasıl geldin?”
Biraz duraksayarak başlıyor anlatmaya:
“Üç buçuk yaşında karşı yola geçerken bir ticari taksinin çarpması sonucu omurilik zedelenmesinden dolayı vücudumun sol tarafı felç geçirdi. Kafa travması geçirerek bir aya yakın yoğun bakımda kaldım ve ilk olarak boynumdan alt tarafı felçli oldu. İlerleyen zamanlarda bir mucize sonucu sadece sağ tarafıma can geldi ve sağ elimle sağ bacağımı oynatabildim.”
“Tedavi sürecinden bahseder misin?”
“Ailemin çabalarıyla çeşitli yerlerde ve özel okullarda fizyoterapiye başladım. Son zamanlarda çıkan yeni yasaya takıldım ve fizik tedavi sürecim donduruldu. Kaza üç yıl içinde gerçekleşmediği için iyileştirme sürecine giremedim.”
Böyleydi Hüso’nun küçük yaşlarda yaşadıkları… Hüseyin daha sonra şehrin önde gelenleri sayesinde şu anda tedavisinin yürütüldüğünü aktarıyor. Hüso, kendisinin tedavi sürecinde taraftar grubunun sosyal sorumluluk için büyük bir adım attığını belirtiyor ve devam ediyor gözlerindeki sevinçle anlatmaya:
“Kayserisporlu olmaktan gurur duyuyorum. Yaklaşık on yıldır Kayseripor’a olan karşılıksız sevdamın geleceğimi kurtaracağını umut etmiyordum. Ben -20 derecede takımımın arkasından Karabük’e giderken tedavi aklımda yoktu. Engelim, sevdama asla engel olmadı. Önüme çıkan bütün engelleri ise başta Kapalı Kale grubu olmak üzere, büyük Kayserispor’un, ve tabi ki ailemin destekleriyle bir bir aştım. Ben bu durumda olmama rağmen ailemden hiçbir şekilde Kayserispor ile ilgili olumsuz bir şey duymadım. Herkesin kötü gözle baktığı o kale arkası taraftarları şimdi benim geleceğimi kurtarmak üzere. Tribündeki kardeşlerim ve abilerim sayesinde bütün Türkiye beni tanıdı ve destek verdi.”
Kayserispor’un sevdalısı ve aynı zamanda engelsiz çocuğu Hüseyin Deniz, tribüncü kardeşlerine her türlü desteklerinden dolayı minnettar olduğunu söylemeyi ve teşekkür etmeyi de unutmuyor. Küçücük bir zaman diliminde yani doksan dakika boyunca ara ara maçtan gözünü alamayarak ara ara bana gülerek içini böyle döküyor Hüseyin Deniz… Bir taraftar grubunun içinde olmaktan ancak bu kadar mutlu olabilir insan...
Bu insanların hikâyesi bana bir yandan “Memleket sevdalıları.” dedirtiyor o an. Bir yandan da İstanbul takımlarını değil de kendi söylemleriyle yerel bir takımı destekledikleri için “Çok olanlar değil, inananlar kazanır.” sözünü gözlerimin önüne getiriyor…
Bir Golün Verdiği Mutluluk
Maça gelecek olursam... Karşılaşma boyunca gördüğüm en değişik şey şuydu. Gerçek hayatta bu kadar sevinen insanlara rastlamadım ben. Bir gol bu gruptaki insanlara her şeyden önce gerçek mutluluğu tattırıyor olmalı. Herkes, tanıdığı ya da tanımadığı birçok kişiye sarılarak sevincine ortak ediyor. Gözlemime göre tribünde üst sıralarda oturuyorsanız, kendinizi bir anda en alt sıralarda bulabilirsiniz. Şunu söylemeden geçemeyeceğim. 2-1 kazanılan Bursaspor maçında golün sevincinden birbirine vuranlar bile gözlerime takılıyor…
“Tribün Bir Yaşam Biçimi, Yaşamasını Bilene…”
İnsanlar bir simidi birkaç kişi paylaşmaktan, kol kola girip doksan dakika bağırmaktan, sesi kısılsa bile takımı için çabalamaktan alıkoyamıyormuş kendisini… Büyükler hep televizyondan izle dedikçe onlar tribünün yaşamlarına aşıladığı sevdayı bırakmamışlar. Ne arkadaşlıklar doğmuş o koltuklarda… Herkes tatile giderken onlar sırf takımı yalnız kalmasın diye bir deplasmandan başka bir deplasmana gidiyorlarmış. Otobüste iki kişilik koltuğa üç kişi oturuyorlarmış yeri gelince. Yeri gelince de koltuk kalmıyormuş ve yerde oturuyorlarmış yol boyunca… Sanki ailenden biriymiş gibi birisinin üzüntüsü üzüntün oluyormuş tribünde, onun sevinci senin sevincin. “Aynı tastan çorba içmek hiç bu kadar güzel olmamıştı.” diyorlar hayatın bazı olumsuzluklarına rağmen ve tribünü, takımlarını birçok şeyden daha çok seviyorlarmış. Bir partiden, sosyal örgütten veya üniversiteden daha çekici geliyormuş tribün onlara göre…
Onların tribüne ve armaya olan sevdasını içlerinde olmadıkça ve anlattıklarına kulak vermedikçe anlamamız mümkün değilmiş gerçekten…

Kısacası, “Tribün bir yaşam biçimi, yaşamasını bilene…” diyorlar. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte stat çıkış kapısına doğru yönelirken “Kayserispor sen çok yaşa. Canım feda olsun sana. Hiçbir şeye değişilmez. Senin sevgin bu dünyada.” sesleri yankılanıyor koridorlarda. Ben de sırtımda formam ve boynumda atkım evimin yolunu tutuyorum. Tribünü bir yaşam biçimi haline getirenlerin yanından aldıkları galibiyetten dolayı sevinç tezahüratları ile ayrılıyorum…



Cumartesi, Haziran 04, 2016

Muhammed Ali Hayatını Kaybetti!

Eski Ağır Sıklet dünya şampiyonu boksör Muhammed Ali hayatını kaybetti! 

Solunum rahatsızlığı nedeniyle geçen perşembe kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden efsanevi boksör 74 yaşındaydı. Dünyada büyük başarılara imza atan Muhammed Ali hakkında merak edilenleri sizin için derledim. Peki Muhammed Ali kimdir? İşte merak edilen tüm detaylar...



Tüm zamanların en iyisi Muhammed Ali kimdir?

Müslüman olmadan önceki ismi Cassius Marcellus Clay Jr. olan Muhammed Ali, 17 Ocak 1942'de Kentucky Louisville'de doğdu. Afro-Amerikan ve İrlanda kökenlidir. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası'nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960'ta Roma'da ağır hafif sıklette altın madalyayı alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları'nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı.

1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston'u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam'a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks'a 1967'den 1970'e kadar ara vermek zorunda kaldı. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım." diyerek Vietnam savaşına gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970'te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971'de Joe Frazier ile 'Asrın maçı'na çıktı ve profesyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammed Ali'nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hemfikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton'a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında birçok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip art arda unvan için rakip olan boksörleri bir bir yendi. Ken Norton'i yenip rövanşı aldı.

1973'te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raund'da nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman'la maç ayarladı ve iki maçı da nakavt'la kazandı. Böylece hem kaybettiği unvanını alacak hem de daha bitmediğini gösterecekti. 1974'te Foreman’ın bahisçilerde 7'ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hak ettiği unvanı Floyd Patterson'den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu.
1978'de L. Spinks'e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibari ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammad Ali'nin etkin döneminde en iyi boksörler, unvanı elde edebilmek için, mutlaka karşı karşıya gelirlerdi. George Foreman'in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun birçok ülkede neden "Altın 70'li yıllar" diye anıldığını bize anlatıyor.

KELEBEK GİBİ UÇTU, ARI GİBİ SOKTU!

1978'de boksu Şampiyon olarak bıraktı. Sonra Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının Dünya Şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37'si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı.

Ona sadece bir boksör olarak bakmamak gerekir. Çünkü o gücüyle olduğu kadar kişiliğiyle de hep daha iyisini yapmaya çalışmıştır. 1960 Roma Olimpiyatları'ndan döndükten iki gün sonra bir lokantada sadece beyazlara servis yapıldığını öğrenince, altın madalyasını Ohio Nehri'ne atmıştır. 1996 Atlanta Olimpiyatları'nda bu madalyanın yerine başka bir altın madalya kendisine verilmiştir.
Din olarak İslamiyet'i seçmiştir ve Vietnam savaşına gitmemiştir. Bu durumu şöyle dile getirmiştir:
"Benim onlarla sorunum yok." (I'I ain't got no quarrel with them Vietcong'). Bu nedenle unvanlarına el konuldu ve bokstan uzaklaştırıldı. Fakat o yılmadı. Bu süre içerisinde üniversiteleri dolaşarak İslamiyet'i anlattı. Malcolm X ile yakın ilişkileri oldu. Verimli işlerle uğraştı.    
Muhammed Ali, sadece Muhammed Ali isminden ibaret değildir. O, zamanının en iyisidir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali adlı filmde Muhammed Ali'yi Will Smith canlandırdı.                                        
Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan'daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği "Bütün zamanların en iyisiyim" lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur. Muhammed Ali 1984'den beri Parkinson hastasıdır.Buna rağmen, 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demiştir:

“Beni asıl inciten, 'İslam' adının bulaştırılması ve 'Müslüman' [adının] bulaştırılması, ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”

Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır.